“İyi yaşam nedir?” sorusu insanın karşısındaki en çetin sorulardan birisidir ancak çoğumuz bu soruyu yaşamlarımızın erken dönemlerinde gündemimize almayız. Çocukluk hay huyla geçer ve bu tür şeyler aklımıza bile gelmez. Ergenlik ve gençlik dönemlerinde de sanki hayat hep böyle gidecekmiş gibi düşünürüz. Nihayet orta yaşlardan sonra bu konuları ve soruları düşünmeye başlarız. Kimileri de yaşamın daha ileri aşamalarında bu konularda düşünmeye başlar. Nasıl yaşarsam iyi bir yaşam sürmüş olurum? Sahip olduğum, bana verilen bu ömrü nasıl değerlendirmeliyim? Hayatın hakkını nasıl verebilirim? Nasıl dolu dolu yaşayabilirim? gibi soruları ne kadar erken yaşta sormaya başlar ve bu konularda farkındalığımızı artırırsak o kadar iyidir. Ancak çoğu zaman bunu kendi başımıza başarmamız pek mümkün olmamaktadır. O yüzden özellikle çocuklukta ve ergenlikte, ruh sağlığı yerinde, yaşamın sıkıntılarıyla etkili bir şekilde başa çıkabilen, zevk sahibi, mutlu, anlamlı bir yaşam süren, yaşantı zenginliğine sahip biriyle karşılaşmak ve böyle biriyle teşriki mesaide bulunmak çok büyük bir talihtir. Bu mümkün olmadıysa, hayatı yakaladığımız yerden iyi yaşamaya başlamak da önemlidir.
Bu yazıda Lev N. Tolstoy’un yazdığı “İvan İlyiç’in Ölümü” başlıklı romandan esinlenerek çekilmiş “Yaşamak” filmini inceleyeceğiz ve değerlendirmelerde bulunacağız. Film ilk olarak 1952 yılında Japon yönetmen Akira Kurusowa tarafından, Japonca “yaşamak” anlamına gelen “İkiru” adıyla çekilmiştir. Daha yakın zamanda, 2022 yılında ise Oliver Hermanus adlı bir yönetmen tarafından uyarlaması yapılmış ve modern versiyonu çekilmiştir. Romanda ve filmde, hayatın anlamı, amacı, hayata karışmak, hayatın hakkını vermek, yaşantı zenginliği, iyi yaşam, yalnızlık ve ölüm gibi pek çok konu gizli ve açık biçimlerde ele alınmış.
İvan İlyiç’in Ölümü
Yeterince iyi yaşamadığını hissettiğinde, ölümü düşünmek her zaman daha acı verici olur. Irvin Yalom
Öncelikle filmin çekilmesinde esinlenilen romandan başlamak istiyorum. “İvan İlyiç’in Ölümü” Tolstoy’un önemli eserlerinden birisidir. Pek çok romandan farklı olarak, olayların nasıl sonuçlandığı romanın başında veriliyor. Yani İvan İlyiç’in öldüğünü en başta öğreniyoruz. Daha sonra romanın kahramanının hayatı ve ölüme gidiş süreci anlatılıyor. İvan İlyiç, bir yargı mensubu ve kendisinin görece iyi bir yaşamı var. Bir gün hastalanıyor ve doktora gidiyor. Henüz orta yaşlarda olmasına rağmen, hastalığı her geçen gün kötüleşiyor. Tolstoy, bu hastalık sürecinde İlyiç’in yaşadığı sıkıntıları, düşündüklerini ve hissettiklerini çarpıcı bir biçimde okuyucuyla paylaşıyor. İlyiç, son anlarına kadar ölümü ve hayatın anlamını sorguluyor. Bir bakıma, pişmanlık duymadan ölmek için nasıl bir hayat yaşanması gerektiğini sorguluyor. Zaten Tolstoy’un tüm eserleri damıtılsa sanırım bir tek kavram ya da tema ortaya çıkar: Hayatın anlamı.
“Yaşamak” Filmi
Ölüm farkındalığım uzun zamandır hayatımı canlandırmama, önemsizi önemsiz olarak kabul etmeme ve gerçekten değerli olana değer vermeme yardımcı olmaktaydı. Irvin Yalom
Filmin başrolünde, Rodney Williams rolüyle 75 yaşındaki Bill Nighy oynuyor. Oyuncu ortaya koyduğu performansıyla Altın Küre ödülü almaya layık görülüyor ve Oscar’a aday gösteriliyor. Filmi izlerken Bill Nighy’nin de hayatının son demlerinde anlamlı ve büyük bir başarı elde ettiğini düşünmeden edemiyoruz. Filme dönecek olursak Bay Williams, ömrünün son günlerini yaşayan ve hayatı keşfetmeye çalışan birisi olarak karşımıza çıkıyor. Karısını kaybettiği için uzun zamandır yalnız yaşayan ve oğlunu büyüten Williams bir devlet dairesinde çalışıyor ve kendisinin rutin bir hayatı var. Donuk bir kişiliği var, gerekmedikçe konuşmuyor ve neredeyse hiç gülmüyor. İş yerindeki bir çalışma arkadaşı ona “zombi” lakabı takmış. Ölü sayılmayacak kadar canlı ama yaşıyor denemeyecek kadar da ölü gibi. İşine asla geç kalmıyor, izin kullandığını hatırlayan yok. Sadece haftada bir sinemaya gidiyor. Bir gün doktora gitmek için işten erken ayrılacağını söylediğinde, çalışma arkadaşları çok şaşırıyorlar. Ertesi gün işe geç kaldığında ise polisi aramayı düşünüyorlar. Çünkü başına bir şey gelmediyse geç kalması mümkün değil düşüncesi içindeler. Doktor, hastalığının önemli olduğunu ve altı aylık bir ömrü kaldığını kendisine bildiriyor. Bay Williams, hastalığını öğrenmesiyle birlikte sanki yıllardır uyuduğu uykusundan uyanmış gibidir. Aslında hastalığını öğrendiğinde dünyası başına yıkılıyor ancak sonra zaten yaşamadığını fark ediyor. Bu durumu, Necip Fazıl’ın ölümsüz dizelerini hatırlatıyor: “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum? Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.” Hastalığını öğrenince eve gidiyor oğluyla konuşmaya çalışıyor. Ancak buna fırsat bulamıyor çünkü oğlu karısının sözünden çıkamayan pasif bir kişiliğe sahip birisi ve kadın sabah erken kalkmaları gerektiğini belirterek konuşmalarına izin vermiyor. Williams, bankadaki birikimlerinin yarısını çekiyor ve birkaç kutu uyku hapı alarak intihar düşünceleri içinde küçük bir kasabaya gidiyor. Orada bir kafede, uyku sorunları çekmesine rağmen ilaç alamadığından şikayetçi olan genç bir adamla karşılaşıyor. Çantasındaki uyku ilaçlarını ona veriyor ve “hastalığımı anlattığım ilk kişi sensin” diyerek durumunu anlatıyor. Eğlenmek ve kalan günlerinin keyfini çıkarmak istediğini ancak bunu nasıl yapacağını bilmediğini ifade ediyor. Genç adam henüz her şeyin bitmediğini söyleyerek onu gece hayatına götürüyor, eğlence ve oyun merkezlerine gidiyorlar ve alkol alıyorlar. Hayatını saçma sapan şeylerle harcadıktan sonra kalan zamanını dolu dolu yaşamak istiyor. Kendisine yeni bir şapka bile alıyor. Ancak hem ailesi hem de gece hayatı onun için hayal kırıklığına sebep oluyor. Aradığı şeyin bunlar olmadığını anlıyor ve farklı arayışlara giriyor. İş yerinde neşeli ve genç bir kadın var. Kadın başka bir işe geçmek için Bay Williams’tan referans mektubu istiyor. Bay Williams da onu yemeğe davet ediyor ve bu sırada mektubu yazabileceğini söylüyor. Sonrasında sinemaya gidiyorlar, biraz beraber zaman geçiriyorlar ama kadın rahatsız olmaya başlıyor. Williams da ona hastalığından bahsederek niyetinin kötü olmadığını ifade ediyor. Finansal iyi oluş alanında bir uzman olan Robert Kiyosaki, “Eğer bir yere gitmek istiyorsanız, yapılacak en iyi şey oraya daha önceden gitmiş birini bulmaktır” der. Williams da bunu yapıyor ve kadına “yaşama sevinciniz, her şeyi neşeli ve eğlenceli hale getirme şekliniz çok güzel. Nasıl sizin gibi olabileceğimi öğretmenizi umuyordum” diyor. Bu arada, bir çocuk parkı yaptırmak için çalıştığı devlet dairesine başvuruda bulunan birkaç kadın var. Kadınlar uzun zamandır bunun için mücadele ediyorlar ancak bir türlü bürokrasiyi aşamıyorlar. Talepleri sürekli sümen altı ediliyor. Bu kadınlara yardımcı olmaya karar veriyor. Yaşamının son anlarında geride bir iz bırakmak amacıyla tüm zamanını bu işe harcıyor. Önüne çıkan türlü engellere rağmen bu işin peşini bırakmıyor ve o parkın yapılmasını sağlıyor. Soğuk ve karlı bir gecede de parkta salıncakta sallanarak hayata veda ediyor. Son anlarında görevini tamamlamış olmanın onur ve kıvancıyla, hayatı boyunca hiç olmadığı kadar mutlu ve huzurludur. Ölümünden sonra insanların üzülmeleri ve yaptıklarıyla onu takdir etmeleri de doğru bir şeyler yaptığını gösteriyor.
İyi hayat nedir?
İşler yolunda gitmediğinde, hatta hayat çok zor olduğunda bile yaşıyor olmak hala harika bir şey. Daniel Haybron
İyi bir yaşam nasıl olmalıdır? Bundan daha önemli bir soru var mı bilmiyorum. Çünkü ömür sermayesi sınırlı ve zaman her şeyden daha değerli. Zaman, para gibi başka değerli şeylerle de karşılaştırılamaz çünkü zaman biriktirilemez, geri kazanılamaz ve yerine konulamaz. O akıp giderken sadece iyi değerlendirilebilir. Ayrıca ne zaman öleceğimizi bilemediğimiz için ne kadar zamanımız kaldığını da bilemeyiz. Bu niteliklerinden dolayı kronofobi olarak adlandırılan bir korku ve kaygı türü de bulunmaktadır. Zaman fobisi olarak da nitelendirilebilecek olan bu fobi de zamanın geçmesine ve ilerleyişine müdahale edememe bireyde korku ve kaygı yaratabilmektedir. Gülden Karaböcek’in seslendirdiği, “Kırılsın ellerim neye yarıyor/Gençliğim gidiyor tutamıyorum” dizeleri sanki bu kişiler için yazılmış gibidir. Bir tarafta kronofobi yaşarken diğer yandan can sıkıntısından ne yapacağını bilemeyen ve “zaman geçmiyor” diye şikâyet eden insanların bulunması, ilginç bir ironi gibi geliyor. Her ne şekilde olursa olsun Psikiyatr Engin Geçtan’ın da dediği gibi insan bir zaman tüketicisidir, kimi her anını doldurmaya çalışır, kimi zamanı öldürür kimisi de yaşamayı sürekli erteler.
İyi yaşamın niteliği ve onu oluşturan boyutların ne olduğu ile ilgili olarak felsefe ve teolojinin öne sürdüğü fikirlere ek olarak pozitif psikoloji alanında da bazı tezler ileri sürülmüştür. Bu doğrultuda, iyi yaşamın üç boyuttan müteşekkil olduğu ifade edilmiştir. İyi yaşamı oluşturan bu üç boyut; mutlu yaşam, anlamlı yaşam ve yaşantı zenginliğidir. Ölüm anına yaklaşan bir kişi, mutlu bir yaşam sürmüşse, “Çok keyif aldım!” diyebilir. Anlamlı bir hayat yaşayan biri, “Bir fark yarattım!” diyebilir. Yaşantı zenginliği olan bir kişi ise, “Ne yolculuktu ama!” diyebilir.1
Mutluluk: İyi Hissetmek ve İyi İşlev Göstermek
Mutluluğu, çekip giderkenki çıkardığı gürültüden tanıdım. Jacques Prevert
Mutluluk hiçbir zaman günümüzde olduğu kadar insanlığın gündeminde olmamıştır. Bugün konu her yönüyle ele alınmakta ve tartışılmaktadır. Mutluluğun ne olduğunu bilmek, onu elde etme yolculuğunda kişiye avantaj sağlayacaktır. Ne aradığını, neye ulaşmak istediğini bilmek bu yolculukta önemlidir. En genel anlamıyla mutluluk, iyi hissetmek ve iyi işlev göstermektir. Yani olumlu duyguları ve yaşantıları daha çok deneyimlemek, buna ek olarak da hayatta etkin ve başarılı olabilmektir. Mutluluk alanında çalışan ve geçtiğimiz günlerde yaşamını kaybeden Ruut Veenhoven’a göre mutluluk, bireyin hayatının genel kalitesini bütünsel olarak olumlu bir şekilde değerlendirme derecesidir. Yani kişi genel olarak hayatından memnunsa, idealindeki yaşama yakın bir yaşam sürüyorsa mutlu demektir. “Daha ne olsun, bundan daha iyisi olamazdı” diye düşünüyorsa o zaman da “çok mutlu” demektir. Mutluluk araştırmalarının önde gelenlerinden Sonja Lyubomirsky de mutluluğu; neşe, hoşnutluk ve esenlikle birlikte yaşamın iyi, anlamlı ve değerli olduğu duygusuna sahip olmak şeklinde tanımlamaktadır. Paul Wong’a göre ise mutluluk, bireyin kendisiyle, başkalarıyla ve dünya ile barış halinde olduğu; içsel uyum, şükran ve hoşnutlukla karakterize bir durumdur. Mutlu yaşam; daha çok olumlu duyguların sık yaşandığı, acının ve sıkıntının az olduğu ve yaşam memnuniyetinin ön planda olduğu bir hayat olarak değerlendirilmektedir. Mutlu bireyler, genel olarak tatminkâr, neşeli ve keyifli, umutlu bireyler olarak görülmektedir. Mutsuzluk ise; öfke, korku, kaygı ve huzursuzluk gibi olumsuz duyguların yoğunluğu ve sürekliliği ile ilgilidir. Mutsuz bireyde, yaşama isteği ve sevinci azalmıştır; buna ek olarak memnuniyetsizlik de belirgin biçimde kendini gösterir. Mutluluk konusundaki en önemli mesele, dışsal koşullara bağlı olmayan ve şartlara göre değişmeyen bir mutluluğu elde etmektir. Çünkü umut gibi, şükran duyma gibi mutluluk da büyük oranda içinde bulunulan koşullardan çok tutumla ilgilidir. Bu da bireye sorumluluk yüklemektedir. Tüm bu bilgiler çerçevesinde film kahramanımız Williams’ı değerlendirecek olursak pek mutlu olduğunu söyleyemeyiz. Belki tamamıyla mutsuz olarak nitelendirmek de doğru olmayabilir ama olması gerektiği kadar mutlu olmadığını söylersek daha isabetli olur diye düşünüyorum.
Yaşantı Zenginliği: Psikolojik Olarak Zengin Yaşam
O kızı altı ay boyunca izledim ve bizden çok yaşadığını gördüm. Yetmiş beş yaşındayım ve o benden çok güldü, benden daha çok sevdi, benden çok savaştı, benden çok yaşadı. (1883 Dizisi)
İyi yaşamın ikinci ayağını ise, yaşantı zenginliği oluşturmaktadır. Yaşantı zenginliği; farklı, yoğun ve bireyin bakış açısını zenginleştiren deneyimlerin olduğu bir yaşamı anlatmaktadır. Yaşantı zenginliğine sahip kişiler, derin ve yoğun duygular yaşamanın yanı sıra, farklı, ilginç, zorlayıcı ve heyecan verici tecrübeler edinirler. Yaşantı zenginliğinin zayıf olması durumu ise, sıkıcı, sıradan, monoton ve rutin bir yaşama karşılık gelir. Tekdüze ve heyecansız bir hayat süren birey bir süre sonra kendisini adeta kapana kısılmış gibi hisseder. Sıra dışı ve ilginç deneyimlere sahip olmak ise kişinin yaşam memnuniyetini artırdığı gibi, hayatına da anlam katar. Yaşantı zenginliğinin yetersizliğinden kaynaklanan pişmanlıklar, daha çok kişinin yaptıklarından değil de yapamadıklarından kaynaklanan pişmanlıklardır. Filmde Williams’ın yaşamına bir göz attığımızda, yaşantı zenginliğinin oldukça zayıf olduğunu söyleyebiliriz. Son derece renksiz, rutin ve sıkıcı bir yaşama sahip görülmektedir. Bu durum onu öylesine uyuşturmuştur ki bu monotonluğun farkında bile değildir. Ancak hastalığını öğrendiğinde yaşadığı hayatın ne kadar renksiz ve yoksul olduğunun farkına varabilmiştir. Böylesi bir yaşamı Halikarnas Balıkçısı’nın sözleriyle, “yaşamak değil bu, uzun ölüm” diye nitelendirebiliriz. İnstagram hesabımdan zaman zaman açık uçlu sorular soruyorum ve takipçilerimin fikirlerini öğrenmeye çalışıyorum. Geçenlerde de “Ne sizi mutsuz ediyor?” diye sordum. Pek çok ilginç cevap geldi ancak en çok dikkatimi çeken “Aynı şeylerin etrafında dönmek, anlaşılamamak ve hayata karışamamak” şeklindeki cevaptı. Buradaki “hayata karışamamak” ifadesi çok ilgi çekiciydi. Rutin, tekdüze, renksiz bir yaşama kişi mecbur olabilir ya da böyle bir yaşam kişiyi belirsizlikten kurtardığı ve görece güvenli olduğu için insanların pek çoğu böyle bir yaşama katlanabilirler. Ancak bu durum aklımıza “Gemi limanda güvendedir ama geminin amacı limanda beklemek değildir” sözünü getirmektedir. Hayatın hakkını verebilmek, dolu dolu yaşamak için insanın yapması gereken hayata karışmaktır.
Anlamlı ve Amaçlı Yaşam
Bir işle meşgul olan mutlu bir moron grubu düşünün. Açık bir alana tuğla taşıyorlar. Tuğlaların hepsini alanın bir ucuna dizer dizmez, bu kez de bunları karşı tarafa taşımaya başlıyorlar. Bu hiç durmaksızın devam ediyor ve yılın her günü aynı şeyi yapmakla meşguller. Bir gün moronlardan biri kendi kendine ne yaptığını soracak kadar duraklıyor. Tuğlaları taşımanın ne gibi bir amacı olduğunu düşünüyor, o andan itibaren yaptığı işten daha önce olduğu kadar mutlu değildir. Ben tuğlaları neden taşıdığını merak eden moronum. Irvin Yalom – Varoluşçu Psikoterapi
Yalom, “Varoloşçu Psikoterapi” adlı kitabında, hayatın anlamıyla ilgili bölüme anonim bu hikâye ile başlıyor. Engin Geçtan da “Varoluş ve Psikiyatri” kitabında bir danışanının şu sözlerine yer veriyor: “Otobüs durağının önünden geçerken gözüm bir kadına ilişti. Aslında beni ilgilendiren hiçbir yanı yoktu. Ona bakıp «Neden yaşıyor ki bu kadın? Dünyada oluşu ne kadar anlamsız, ne kadar saçma!» diye düşündüm. Hala da öyle düşünüyorum. Kendimi yansıtıyor olabilirim. Ama yalnız kendiminkini değil, herkesin hayatını anlamsız buluyorum.”
Hayatın anlamı ve amacı konusunun, ruh sağlığı açısından belirleyici rolü büyüktür. Gerek “İvan İlyiç’in Ölümü” romanında gerekse “Yaşamak” filminde anlam ve ölüm konusu işin özünü oluşturuyor. Bu anlamda hem roman hem de film izleyiciyi hayatını gözden geçirmeye yönlendiriyor ve oldukça sarsıyor.
Anlam ve amaç söz konusu olduğunda Yalom iki tür anlamdan bahsetmektedir: Kozmik anlam ve şahsi anlam. Kozmik anlam, evrenin varlığı, nedeni ve işleyişiyle alakalıyken, şahsi anlam daha çok kişinin hayatını ne kadar anlamlı yaşadığı ile ilgilidir. Kozmik anlamın şahsi anlamı kapsadığını da söylemek yanlış olmayacaktır. Hayatın anlamı konusuyla ilgili teist ve ateist olmak üzere iki genel görüş olduğunu görmekteyiz. Teist görüşe göre hayatın anlamı ancak bir üst akıl ya da yaratıcının varlığı ile mümkündür. Kısacası “Ancak Allah varsa anlam vardır”, aksi takdirde zamana yenik düşmeyecek bir anlamdan bahsetmek mümkün değildir. Yani kariyer, sevgi, yaşamın güzelliği, sanat, üretim gibi hayatı anlamlı kılacak her ne varsa ölümle birlikte yok olacak ve anlamını yitirecektir. Ateist görüşe sahip olanlar ise, hayatın herkes için geçerli objektif bir anlamının olmadığını, siz ona ne anlam verirseniz hayatın anlamının o olduğunu ileri sürüyorlar. Bu görüşü savunanlar, hayatı bir Rorschach mürekkep lekesi testine bakmaya benzetiyorlar ve orada görülmesi gereken bir resim yok, ne görüyorsanız o diyorlar. Bu iki bakış açısı anlama yaklaşımımızı da etkiliyor. Fransız Felsefeci Frederic Lenoir, “hayatın anlamnı aramakla, hayata anlam vermek farklı şeylerdir” diyor. Anlam konusundaki bu tartışmaları felsefeci ve ilahiyatçılara havale ederek biz psikolojinin ne dediğine odaklanalım.
Anlamlı bir hayat yaşıyor muyum?
Anlamdan yoksun bir hayat, hiç şüphesiz en güçlülerimiz için bile taşınamayacak kadar ağır bir yüktür. Toksöz B. Karasu
“Hayatın anlamı nedir?” sorusu iddialı bir sorudur. Bu kadar büyük bir evrenin anlamının ne olduğu ile ilgili olarak bir kişi “ben Tanrı mıyım ne bileyim dese” çok yadırgayamayız. Ruh sağlığı profesyonelleri ise olaya biraz daha farklı bir açıdan yaklaşmaktadırlar. Soruyu biraz daha daraltmakta ve “Hayatımın anlamı nedir?” diye sormaktadırlar. Yani büyük anlam, kozmik anlam bir yanda dursun, benim hayatımın anlamı nedir demektedirler. Soruyu tersten soracak olursak “Anlamlı bir hayat yaşıyor muyum?” diye sormaktadırlar. Romanda ve filmde de kahramanlarımız özellikle bu soruya cevap aramaktadırlar. Ölümle yüz yüze gelmeleri onları anlamlı bir hayat sürüp sürmedikleri konusunda kendilerini sorgulamaya yöneltmiştir. Filmde Williams hayatını anlamlı kılacak arayışlar içerisine girmekte ve bir anlam kaynağı olarak ailesine, eğlence ve hazza ve başka insanlara yardım etmeye yönelmektedir. İlk iki girişiminde istediğini elde edemese de yardım ve gönüllülük davranışıyla hayatına bir anlam katmayı başarabilmektedir.
Logoterapi: Anlam Yoluyla Terapi
Anlam konusu gündeme geldiğinde Viktor Frankl’dan bahsetmemek olmaz. Frankl’a göre insan için yaşamdaki temel güdüleyici güç, hayatını anlamlı kılma çabasıdır. Buna göre, insanlar bilerek ya da bilmeyerek pek çok eylem ve davranışlarını hayatını anlamlı kılmak için yapmaktadırlar. Yani kişinin kariyer yapmasının, para kazanmasının, çocuk sahibi olmasının, bir eser ortaya koymasının ve daha pek çok davranışının arka planında bunların hayatını anlamlı kılacağı inancı yatmaktadır. Eğer kişi anlamlı bir yaşam sürmediğini düşünüyorsa ya da yeterli anlam kaynaklarına sahip değilse, bir anlamsızlık girdabının içine girecektir. Viktor Frankl, bu durumu “varoluşsal boşluk” olarak nitelendirmektedir. Eğer kişi anlamsızlık duyguları içindeyse kendisini boş, öfkeli, kaygılı ve huzursuz hissedecektir. Nitekim bu durumu, psikoloji alanının önemli isimlerinden Carl G. Jung, “nevroz anlamını bulamamış ruhun acı çekmesidir” şeklinde ifade etmiştir.
İyi Yaşayamamış Olma Suçluluğu
Mutsuz olmak, mutsuz olduğu için de ayrıca mutsuz olmak…
Yaşamda bir anlam ve amaç bulamamış olma, “iyi yaşayamamış olma suçluluğuna” neden olabilir. Birey, yaşamının boşa geçtiğini, kendisine bahşedilen bu yaşamın hakkını veremediğini, dolu dolu yaşayamadığını düşünebilir. Bu da onda kaygıya ve suçluluğa neden olabilir. Nitekim, sosyal medyada yaptığım bir ankette “Eğer bugün ölmüş olsaydım, bomboş bir hayat geçirdiğim hissine kapılırdım” ifadesine “evet” cevabı vernlerin oranı % 40’lardaydı. Romanda da filmde de kahramanlarımızın yoğun bir şekilde bu suçluluk duygusunu yaşadıklarını görmekteyiz. Filmde Williams, çok az zamanı kalmasına rağmen, hayatta nasıl bir iz bırakacağı ya da yaşamını nasıl anlamlı hale getireceği ile ilgili çabalamaya devam etmektedir. Bunun sonucunda da bir doyuma ulaştığını görmekteyiz. Hayatın hakkını verme deyince, “Er Ryan’ı Kurtarmak” filmi de aklıma geliyor. Üniversite öğrencisi olduğum dönemlerde izlemiştim. İkinci dünya savaşıyla ilgili bir filmdi. Filmde bir kadın oğullarını askere gönderiyor ve dört oğlundan üçü savaşta ölüyordu. Kadının tek isteği hayatta kalan son oğluna kavuşmaktır. Devlet başkanı kadının bu oğlunun annesine sağ salim kavuşturulması için emir verir. Sekiz-on kişilik bir askeri birlik bu askeri düşman hatlarının içinden kurtarmaya çalışır. Bu mücadele sürecinde görevli askerlerin çoğu ölür. Sadece birliğin komutanı ve bir iki asker Ryan’a ulaşır. Birliğin komutanı da ağır yaralıdır. Son anlarını yaşarken Er Ryan’a der ki: “Seni kurtarmak için çok fedakarlık yaptık, buna değecek bir yaşam sür !!?”
Anlam Kaynakları
Viktor Frankl’a göre birey, (I) bir eser ortaya koyarak ya da bir iş yaparak, (II) bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşime girerek, (III) kaçınılmaz olan acıya yönelik bir tavır geliştirerek hayatına anlam katabilir. Konu üzerinde çalışan ve düşünen başka araştırmacılar da maneviyat, dini-felsefi inançlar, kendini gerçekleştirme, umut, sevgi, idealler, sorumluluklar, başkalarına yardım, yaratıcılık, sanat, kendini adama gibi değişkenlerin önemli anlam kaynaklarından olduğunu belirtmektedirler.
Yazımı, psikoloji alanının önemli isimlerinden Acar Baltaş’ın sözleriyle bitirelim. “Bugün emr-i hak vaki olsa, hayat sofrasından tok kalkacağım.” Umarım bir gün hepimiz bu bilinç ve doyum noktasına ulaşabiliriz.
Sevgiyle kalın…
Not: Anlam ve ölüm üzerine birkaç kitap önerisi.
1. Hayatın Anlamı Var mı? – Erol Göka
2. Hoşçakal – Erol Göka
3. Hayatın Anlamı ve Psikoterapi – Viktor Frankl
4. İnsanın Anlam Arayışı – Viktor Frankl
5. Ruhun Yedi Çığlığı – Caner Taslaman
6. Anlamın İzinde – Enes Vural
7. Anlam Bulmak – David Kessler
8. Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek – Irvin Yalom
9. Ölüm’sözlük – Sultan Tarlacı
Tayfun Doğan
Küçükyalı/İstanbul
Güzel çok güzel bir yazı, ama atı bir kerede çatlatmamak lazım, biraz uzun olmuş.
Ellerinize sağlık, muhteşem bir yaz✨🙏
Teşekkür ederim